11 Mayıs 2013 Cumartesi

ALLAH VE EMPERYALİZM


Engin Erkiner
Bu iki kavram arasında nasıl bir ilişki olabilir diye sorarsanız, bu ülkede birbiriyle ilişkisi kurulamayacak kavramlar yoktur derim.
Hem Allah ve hem de emperyalizm sizi düşünmekten kurtarır. Çok sayıda sorunu kafa yormadan onlara referans vererek halledersiniz.
Allah uzun yıllar boyunca insanlık için yararlı bir kavram oldu.
Bir konuyu, konular arasındaki ilişkiyi çözemediniz mi, Allah’a bağlarsınız.
Araştırmak, kafa yormak gibi zahmetlerden de böylece kurtulursunuz.
Bazı münasebetsiz sorulara ise, “Allah’ın işine akıl sır ermez” diye cevap verirsiniz.
İslamiyet son din, Hz. Muhammed de son peygamber imiş…
Daha önce Musevilik ve Musa ile Hıristiyanlık ve İsa var.
Bunlar da kitaplı dinler ve İslamiyet tarafından kabul görürler. Ama İslamiyet son ve en mükemmel olan dindir, islamiyetin iddiasına göre…
Allah neden baştan İslamiyet’i ve Hz. Muhammed’i insanlara göndermedi de, böyle bir yol izledi dersiniz?
Anlaşılan her şeyiyle mükemmel olarak kabul edilen Allah’ın da bir evrimi varmış ki, daha az iyiden iyiye doğru değişmiş…
Allah’ın evrimi söz konusu olamaz, diyorsanız, o zaman bu garip durumu açıklamanız gerekir.
Doğrudan en mükemmel olduğu iddia edilen dini ve onun peygamberini insanlara göndermek yerine, Allah bir süreç sonucunda en iyi olduğu iddia edileni bulmuştur.
Münasebetsiz bir soru…
Allah’ın işine akıl ermez, deyip geçebilirsiniz.
Ama akıl ermeyecek işler bitmiyor ki…
Örneğin Allah neden varlığını gizler?
Varlığı açık olsa da müminler Allah’ın varlığını ispatlamak için bu kadar sıkıntıya girmeseler olmaz mı?
Buna da Allah’ın işidir, akıl sır ermez ya da biz müminler O’nu anlayamayız, deyip geçebilirsiniz.
Başka örnekler de verebilirim. Her durumda kafa yormak yerine işi Allah’a havale edip kurtulursunuz.
Bu bakımdan Allah’a inanmak inanmamaktan çok daha az yorucudur.
Emperyalizm kavramının kullanımı da buna benzer.
Önemli bir gelişmeyi araştırmak, kafa yormak yerine emperyalizme bağlayarak çözümlersiniz!
Son olarak Arap Baharı adı verilen süreçte bu durumu gördük.
Emperyalizm Ortadoğu’daki iktidarları değiştiriyor imiş…
Tunus, Mısır, Libya ve son olarak da Suriye’deki gelişmelerin tümünün arkasında emperyalizm varmış…
Bildiğim kadarıyla teori olayları açıklayabildiği oranda doğrulanır.
Olayları açıklayamayan teoriye ise teori değil palavra denilir.
Arap dünyasının en önemli ülkesi Mısır konusunda emperyalizm ne yapmış, kafa yorup yakından bakalım…
Devrilen devlet başkanı Hüsnü Mubarak iktidarı altında bile Müslüman Kardeşler toplumda kitlesel ve örgütlü bir güçtü. Açık faaliyetleri yasaklanmış olmasına karşın durum böyleydi. Seçimlere serbestçe katılabilseler çoğunluğu alırlardı ama yasaklar nedeniyle kısıtlı sayıda aday gösterebiliyorlardı.
Bu örgüt Hüsnü Mubarak devrilmeden önce de Mısır’daki en etkin güç durumundaydı ya da bu gücü ABD emperyalizminin öne çıkarması gibi bir durum söz konusu değildir.
Mısır toplumu Mubarak döneminde de dinin –Türkiye’ye göre oldukça fazla- rol oynadığı bir toplumdu. Dünyanın en berbat havayolları arasında sayılan Mısır Havayollarında uçuştan önce kaza duası okunması bu konudaki göstergelerden birisi olsa gerektir.
Bir ülkede yönetimi değiştiriyorsanız, o yönetimle önemli sorunlarınız var demektir.
Münasebetsiz bir soru:
ABD ve İsrail’in Mubarak yönetimiyle hangi sorunu vardı?
Hiçbir sorunu yoktu.
O zaman neden bu yönetime karşı olsun?
Dahası, Filistin’deki Hamas ile Mısır’daki Müslüman Kardeşler kardeş örgütlerdir.
Mubarak zamanında Hamas’ın merkez bürosu Şam’da idi. Mısır’da iktidar değişince Kahire’ye taşındı.
Yıllarca Filistin sorununu amaçları için kullanan Esad yönetiminden de böylece kurtulmuş oldular.
Filistin’de fiilen iki ayrı yönetim ve iki örgüt vardır: FKÖ ve Hamas…
Filistin Halk Kurtuluş Cephesi vb. gibi örgütler eskiden vardılar ama bir süreden beri Suriye rejiminin beslemeleri olmanın ötesinde işlevleri yoktur.
ABD ve İsrail, Hamas’ın bürosunu Kahire’ye taşımasından herhalde memnun olmamıştır. Mısır’da Hamas’a yakın bir yönetimin bulunmasından da memnun olmasa gerektir.
ABD ve İsrail’in Mısır’daki bu yönetim değişikliğinden çıkarları yoktur hatta tersine bir durum söz konusudur.
Mısır’daki değişimi emperyalizme bağlarsanız, bu soruların altından kalkamazsınız.
Yıllar süren hayat pahalılığı, yüksek işsizlik ve yolsuzluklar önce Tunus’ta ve son olarak da Suriye’de olduğu gibi Mısır’da da halk ayaklanmasına yol açtı.
Ülkeler birbirlerinden farklı…
Tunus Arap ülkeleri arasında parlamenter demokrasiye en yakın ülkedir.
Mısır’da ise toplumda örgütlü büyük bir güç vardır: Müslüman Kardeşler…
Bu ülkede Mubarak zamanında da doğru dürüst bir parlamenterizm yoktu ama Suriye’de olduğu gibi devlet başkanlığında babadan oğula geçen padişahlık sistemi de yoktu.
Emperyalizmi sözüm ona lanetlerken onu her şeye kadir duruma getiren bazı solcuların Mısır’daki gelişmeyi anlaması zordur.
Gerçi anlamasa da olur. Olaylar ona aldırmadan kendi yolunda gelişiyor.
ABD ve İsrail, mısır gibi Arap dünyasının en önemli ülkesindeki örgütlü bir güçle kapışmak yerine, onunla anlaşma yolunu seçtiler.
Müslüman Kardeşler de buna yatkındı zaten…


Üstelik Türk ordusuyla karşılaştırılamayacak kadar ileri derecede ekonomide etkin olan Mısır ordusu da vardı.
Karşısındaki gücü tanımak, tutumunu gözden geçirmek ve etkinlik alanını eskisinden farklı yöntemlerle de olsa korumak…
Bunun nasıl yapıldığını anlamak için Arap ülkelerindeki ulusalcılığın nasıl çöktüğünü, Baas rejimlerinin çürümüşlüğünü, halktaki büyük potansiyeli ama devrimci bir seçeneğin de olmamasını anlamınız gerekir.
Mısır Komünist Partisi yıllardan beri Müslüman Kardeşler ile birlikte çalışır.
Bu kadar konuya kafa yormak, bilgi edinmek, analiz yapmak yerine; emperyalizmin işidir, deyip geçebilirsiniz tabii…
Her şeyi emperyalizme bağlayanların ateist görünümlerine karşın bilinçaltlarındaki dindarlığa hiç şaşmıyorum doğrusu…


7 Mayıs 2013 Salı

MARKSİST LENİNİST DİNDARLAR


Engin Erkiner

 
Başlık garibinize gitmiş olabilir. Teorik olarak böyle bir şey mümkün değil, ama pratikte mümkündür, çok sayıda örneği vardır.
Bizde sosyalistlerin tamamına yakını kendisini ateist olarak görür.
Kendini klasik anlamda materyalist olarak tanımlayan kişi zaten ateist olmak zorundadır. Klasik anlamda materyalist diyorum çünkü materyalizmle Tanrı’nın varlığını bağdaştıranlar da var. Örneğin Katoliklikteki bir yoruma göre, Tanrı evreni yaratmış ve gerisine de karışmamıştır. Evrende fizik yasaları geçerlidir, toplum düzeni ise insanın işidir. İnsanın aklı vardır ve bunu iyi ya da kötü yönde kullanır.
Anlayacağınız Katoliklikte ve genel olarak Hıristiyanlıkta daha fazla özgürlük var.
Onların Tanrısı Müslümanların Allah’ı gibi sizin her anınıza karışmıyor. Her an denetim altında değilsiniz. Evreni yaratmış ve bırakmış…
Katoliklik bu yere kolay gelmedi. Uzun yılların mücadelesi sonucu sürekli darbe yiyerek buraya gelmek zorunda kaldı.
Konu dışına çıkmayayım…
Sosyalist, komünist, marksist-leninist bizde aynı zamanda ateisttir.
Ateist yani Tanrı tanımaz…
Ama bu marksist leninistlerin neredeyse tamamına yakını ölünce cami ya da cem evinde yapılan törenle toprağa gömülür.
Aynen böyle olur, öyle değil mi?
Aniden ölen ve ailesinin istediği üzerine dini törenle gömülenleri hariç tutuyorum.
Bunların büyük çoğunluğu da dini tören isterdi ya da itiraz etmezdi, eminim, ama yine de hariç tutalım…
Büyük çoğunluk hastalık sonucu ölür yani nasıl gömüleceğini çevresindekilere söyleyecek vakti vardır ve dini törenle gömülür.
Bunun adına ateizm değil sahtekarlık denir.
Ne o, ölüm yaklaşınca korkmaya mı başladın?
Zaten dincilerin görüşü de budur:
Bakmayın ateistim dediklerine, ölüm yaklaştı mı imana gelirler.
Aynen böyle oluyor.
Ateist olmuş ve hayatı boyunca böyleymiş gibi görünmüş…
Ateizm basitçe Tanrı’yı reddetme anlayışı değildir. Büyük bir geçmişi, geniş bir felsefesi vardır. Bunları bilmeden de ateist olunabilir, ama ateist kalabilmek zordur.
Ateizm de bir inançtır, insana inanç…
Bu inancın çok sayıda çeşidi vardır doğal olarak…
Hayatı boyunca marksist leninist görünmüş insanların ölünce dini törenle gömülmeleri konusunu, 2003 yılında Hikmet Kıvılcımlı’nın ölümünün 30. yıldönümü nedeniyle yapılan bir sempozyumda da gündeme getirmiştim.
Kıvılcımlı da dini törenle gömülmüştü.
Bir yandaşı, bana, “Halkın dini değerlerine saygınız yok!” dedi.
Bu tür değerler kişiseldir. Kimse kimseyi ateist olması için zorlamıyor, ama böyle olduğunu ilan eden ve yıllarca böyle yaşar görünenden de tutarlı olmasını beklemek gibi bir hakkımız var.
Halkın inançlarına bu kadar saygı duyuyorsanız hiç sosyalist olmasaydınız daha iyiydi…
Bu sempozyumda bulunan ve buraya sunduğum Kıvılcımlı ve Silahlı Kuvvetler başlıklı yazımda Kıvılcımlı’nın görüşünü haklı çıkarabilmek için Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşuyla ilgili kendisine karşıt görüşleri nasıl bilerek atladığını belirtmeme katılan ve Doktorcularla da iyi tartışan Nail Satlıgan kısa süre önce hayatını kaybetti. Kendisinin marksist olduğunu biliyorum.
Ölümünün ardından yapılan açıklamada; dini tören yapılmayacağı, anma ile ilgili ilerde bir toplantının yapılacağı duyuruldu.
İşte budur!
İnsanlar Hak’a ya da Hakk’a inanarak da kapitalizme karşı olabilirler.
Bu tür insanların sayısı keşke daha fazla olsa…
Ama kendine hem materyalist diyeceksin, hem marksist ya da marksist Leninist diyeceksin, ateist yaşayacaksın, ölmeden önce de ne olur ne olmaz diye imana geleceksin…
İşte bu olmaz, olmaz ama yapılan da budur.
Ateist iseniz, ateizmin ne olduğunu iyice öğrenin, yoksa sürekli olarak böyle kalmanız zor olur.
Dincilerin ateistlerle uğraşmayı kendine iş edinmiş kesiminin de umudu budur zaten…
Gün gelip korkacaklar ve dönecekler diye düşünürler.
Dönen dönsün, ben devrimci olmadan önce de ateisttim.
18 yaşında Adnan Adıvar’ın Tarih Boyunca Bilim ve Din adlı kalın kitabını okudum.
Tanrı inancım zaten zayıftı.
Ortaokulda iken din dersi seçmeliydi ve okulda girmeyen tek ben vardım.
Girenler de zaten bazı duaları, abdest almayı falan öğreniyordu.
Bunun ardından hayatımda büyük etkisi olan iki kitap geldi:
Nietzsche’den Zerdüşt Böyle Diyordu ile Freud’dan Totem ve Tabu…
İki yazar da Tanrı tanımazdı…
Nietzsche’nin kitabı beni o kadar etkiledi ki, yıllar sonra bile Almanca ya da İngilizce baskısını görünce almaya başladım.
Yaptığım saçmalık biliyordum ama kendimi tutamıyordum.
Geçen yıl Totem ve Tabu’nun yayımlanmasının 100. yılıydı ve çok sayıda yorum da içeren yeni baskısı yapıldı.
250 sayfalık kitap sadece 1 Avroya satıldı.
Zerdüşt Böyle Diyordu’nun Türkçesine bakıyorum…
Bu kitabın yıllar boyunca çok sayıda Türkçe çevirisi çıktı ve hepsi de iyi çeviriler…
“İnsanda büyük olan köprü olmasıdır onun, yoksa bir amaç değil: sevilebilecek olan insanda, bir karşıya geçiş ve batış olmasıdır onun.”
Nietzsche insanı, hayvanla üstün insan arasındaki geçiş aşaması olarak görür.
Böyle bir anlayışta tabii ki Tanrı’ya yer yoktur…
Bir süre önce İtalyan filozof Domenico Losurdo’nun “Nietzsche, Aristokrat İsyancı” adlı iki ciltlik bir incelemesi çıktı. Nietzsche hakkında yazılmış en iyi inceleme kitabı kabul ediliyor. Nietzsche’nin bütün görüşlerini benimsemem söz konusu değil ama onun insana verdiği büyük önem benim için bambaşka anlam taşır.
Ve imanlı tipler, Rönesans’ın insan anlayışı insana mutluluk getirmedi, buyururlar…
Sanki daha öncesinde mutluluk varmış gibi, din savaşlarında oluk gibi kan akmamış gibi…
Bu tiplerden birisiyle tartışmak gafletinde bulundum…
Gafleti diyorum çünkü bu tiplerin cahilliğini yüzüne vuracaksın ve muhatap da almayacaksın…
Sordu: Öldükten sonra Allah’ın olduğunu görürsen ne yapacaksın?
Cevapladım: Adamın birinin hayatı yoksulluk içinde geçmiş. Ölmeden kısa süre önce oğluna, şurada eski bir tabancam var, tabutun içine koyuver, demiş.
Çocuk şaşırmış: Tabancayı ne yapacaksın baba?
Allah varsa eğer, onunla görülecek bir hesabım var!
Allah varsa eğer, onunla benim de görülecek hesabım var.
Her şeyi sen yaratmış isen, bu kadar acıyı ve rezaleti de sen yaratmadın mı?
Benim değil onun hesap vermesi gerekir…
Yeniden sordu:
Onunla baş edemezsin, değil mi?
Tavır baş edip etmemek hesap edilerek alınmaz.
Cehenneme gideceksin…
Ben de zaten oraya gitmek istiyorum. Cennet sıkıcı… Herkese bilmem kaç tane huri, her taraftan şarap akıyor filan… Ben sıkılırım. Cehennem daha ilgi çekici…
Ardından bana öteki dünyada neler olduğunu ayrıntılarıyla anlatmaya başlayınca bu saçma konuşmayı, “sen gidip geldin galiba” deyip kestim.
Sonuçta diyeceğim, ateist isen, buna uygun yaşa ve öl…
Fikrini değiştirebilirsin tabii, ama bunu da açıkça söylemeyi ihmal etme…



24 Nisan 2013 Çarşamba

İSLAMİYETİN SUÇ TARİHİ NEDEN YOK?




 

 Engin Erkiner
Hıristiyanlığın Suç Tarihi adlı 5000 sayfalık, on ciltlik ve yayımlanması 27 yıl sürmüş dev eserden söz ederken, insanın aklına “İslamiyetin suç tarihi” neden yok sorusu geliyor.
Suç tarihi derken küçük suçlardan değil kitle katliamlarından, faşist rejimlerin desteklenmesinden, insanlık dışı ve yaygın uygulamalardan söz ediyorum.
İslamiyetin 1400 yılı aşkın tarihinde bunlar olmamış mıdır?
İslamiyet, Humeyni’nin belirttiği gibi “kan ve kılıç dini” midir, yoksa kimilerinin iddia ettiği gibi barışçı bir din midir?
Böyle bir tarih Kitap’a bakılarak yazılamaz.
Hıristiyanlığın Suç Tarihi İncil’e bakılarak değil, Hıristiyanlığın değişik kollarının tarih boyunca yaptıkları incelenerek yazıldı.
Aynısı İslamiyet için de geçerlidir.
“Ama Kuran’da böyle yazmıyor” ya da “Kuran böyle yorumlanamaz” demek anlam taşımaz. Oldukça uzun  bir tarih var ve asıl olan bu tarihtir, Kitap’ta ne yazdığı değil…
Hıristiyanlıkla İslamiyet arasında tarihteki ağır suçların araştırılması konusunda önemli bir farklılık ortaya çıkıyor:
Hıristiyanlık için kimin esas muhatap olduğu belli: kiliseler…
Katolik kilisesi, Protestan kilisesi, Ortodoks kilisesi…
Hıristiyanlığın tarihi boyunca devlet ve kilise ayrı olmuş. Uzun yıllar boyunca kilise devlete egemen olmuş, etkinliği krallardan bile fazla olmuş. Ama bu durumda bile krallık ve kilise aynı kurum değilmiş.
Fransız devriminin ardından kilisenin gerilemesi ve devlet ile toplum üzerindeki etkinliğini yitirmesi süreci artmış.
Hıristiyan toplumlarında kiliseler bugün de etkin konumdalar ama bu etkinlik eskisine göre oldukça gerilemiş durumdadır. Kilise dikte edenden çok kendisine dikte edileni kabullenmek durumunda kalmaktadır.
Kürtaj, eşcinsellik gibi konularda uzun süre direniş gösteren Katolik kilisesi, sonuçta itirazlarını azaltmak hatta susmak zorunda kaldı. Hatta eşcinseller arasındaki dindarları bile keşfetti…
İslamiyette ise böyle bir muhatap yok…
İslamiyet, Hıristiyanlıktan farklı olarak devlet dinidir, devletle iç içedir.
İslamiyetin farklı başka bir özelliği ise, İslam yorumları arasındaki büyük farklılıktır.
Farklı yorumlar Hıristiyanlıkta da bulunmakla birlikte, İslam yorumundaki farklılıklar sık sık İslam’da iç savaşa kadar gider.
Hıristiyanlık tarihinde de mezhepler arasında iç savaş olmuştur; Katoliklerle Protestanlar arasındaki savaş gibi…
İslamiyette ise iç savaşlar bitmedi…
Afganistan’ı ele alacak olursak…
Bu ülkede NATO işgali var ve aynı zamanda İslam içi bir savaş da söz konusu…
Taliban İslam, işgalci güçler arasında yer alan Türkiye de İslam…
İran rejimi İslam ve Taliban’a kesinlikle karşı…
Suriye’deki iç savaş aynı zamanda İslam’daki iç savaş değil midir?
Taraflar İslam adına savaşmayabilirler, ama sonuçta savaşan iki tarafta da Müslümanlar büyük çoğunluğu oluşturuyor. Bu ülkede Hıristiyanlar da var ama sayıca azlar…
İslamiyet barış dinidir gibi bir belirleme gerçekliğe uymaz.
İslam’ın değişik akımları başkalarıyla savaşmanın yanı sıra birbirleriyle de savaşıyorlar.
Kitap’a değil de yaşanılan pratiğe bakacaksak eğer, İslam’ın barış dini olmakla ilgisi yoktur diyebiliriz.
İslam’ın genel tarihinde değil de, somut bir tarihte, Osmanlı tarihinde dolaşalım.
İslam’ın genel olarak barış dini olmakla ilgisi yoktur derken, bunu Sünnilere özgü olarak belirttiğimi düşünmeyin. Aynısı Aleviler için de geçerlidir.
Osmanlı İmparatorluğu 1. Selim (Yavuz selim) zamanında Sünnileşti denilebilir. Özellikle kuruluş döneminde Osmanlı Beyliği Sünni islamdan uzaktı, Aleviliğe ve Bektaşiliğe daha yakındı.
Bu durum Osmanlı’nın ilk yayılmasını sağlayan akıncı beyleri için de geçerlidir.
Ardından Yeniçeriler gelir ki Bektaşi kültürü etkin durumdadır.
Yeniçeriler ordunun vurucu gücüdür.
Barışçılık dediğiniz böyle oluyor işte!
Buradan 1826 yılına, Vakayı Hayriye’ye atlayayım…
Hayırlı Vaka olarak bilinen bu olay, Sultan II. Mahmut’un Yeniçeri ocağını yakalayabildiği herkesi katlederek ortadan kaldırmasının adıdır.
Bazı Alevi yazarlar bu olayı Vakayı Şerriye olarak adlandırırlar.
Yeniçeriler önceki yıllardan başlayarak İmparatorluktaki her çeşit yenilenmeye karşı çıkıyorlardı. II. Selim’in kurmaya çalıştığı yeni ordu (Nizamı Cedit) Yeniçerilerin baskısıyla dağıtıldı. Bir sadrazam (Alemdar Mustafa Paşa) öldürüldü. II. Mahmut zamanını kolladı ve Yeniçerileri tümden katletti.
O gün Boğaziçi’nde denizin cesetten görünmediği yazılmıştır.
Katliamın nedeni, öldüren İslam öldürülen de İslamdır, dini değildir.
Askerin yozlaşmış ve artık savaşamayan bir kesimini ortadan kaldırmaktır.
Gariptir, II. Mahmut’u sevmeyen Aleviler, Mustafa Kemal’i severler.
Halbuki Mustafa Kemal, II. Mahmut çizgisindeki bir reformcudur.
II. Mahmut, 1. ve 2. Meşrutiyet, İttihat ve Terakki ve Mustafa Kemal…
İmparatorluk ve Cumhuriyet’te böyle bir reform çizgisi var…
İlki olmasaydı, sonrakiler de olmazdı.
Tarihe mezhep gözlüğüyle baktığınızda bu yönde yanlış bir değerlendirme de kaçınılmaz oluyor.
İslam’ın tarihinde iç katliam çoktur. Yakın yıllara kadar gelir ve halen de sürmektedir.
Halepçe; öldüren de öldürülen de Sünnidir; sadece dinleri değil mezhepleri de aynıdır.
Katliamın dinsel motifi bulunmuyor, ulusal motifi bulunuyor. (Arap-Kürt)
Maraş, Çorum gibi katliamlar da İslam içidir, ama mezhepler farklıdır.
Senin katliamın sana benimki bana anlayışı İslam’da gelişmiştir.
Maraş ve Çorum’u ananlar; Nusayrilerin 20-40 bin Sünniyi katlettiği Hama katliamını anmazlar.
Bu kısa tarih gezisinden bile çıkan sonuç şudur:
İslam’ın suç tarihini yazmak, Hıristiyanlığınkini yazmaktan daha zordur. Bu zorluk çeşitlilikten kaynaklanmıyor; bir kesimin suç kabul ettiğini diğer kesimin öyle görmemesinden kaynaklanıyor. Bir katliam bir tarafa göre haklıdır, bir başka katliam da öteki tarafa göre haklıdır.
İslam’ın değişik kolları henüz bu ikilemden bile çıkamamış durumdadır.
İslam’ın devlet dini olması, devletle bütünleşmiş olması, İslam’ın suç tarihini oldukça çeşitlendirdiği gibi, ağır suçların halen de sürmesini gündemde tutabiliyor.
Hala Alevileri kesmekten söz edilebiliyor ve buna gerekçe bulunabiliyor.
Bir Şii devleti olan İran’daki recm (taşlayarak öldürme) karşısında susuluyor.
1981’de Suriye’de Nusayrilerin Hama’daki Sünni katliamı ise türlü gerekçelerle haklı gösterilmeye çalışılıyor.
İslam’ın değişik kolları asgari insan hakları tanımında bile birleşmemiş durumda…
Herkesin insan hakkı kendine…
Ben bu hakları çiğnersem iyidir, başkası çiğnerse hiç iyi değildir…
Filistin’deki Hamas…
Şeriat devleti kurulmasını savunuyor ve aklı evveller tarafından anti-emperyalist olarak bile görülebiliyor.
Anti emperyalizm ona ya da temsilcisine karşı savaşmak ise, dünyada Taliban’dan iyisi yok demektir!
Kim ya da kimler böyle bir tarihi yazmanın yükünün altına girebilir, bilemiyorum.
Bu en az 20 yıllık bir çalışma demektir.
Hıristiyanlığın Suç Tarihi’ni bir kişi yazabilmiş ama İslam’ın Suç Tarihi’ni bir kişinin yazabileceğini sanmıyorum.
Konu daha büyük…
Bu tarihi Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye ile sınırlı olarak yazmak bile zor…
Dahası, kimse buna dikkat bile etmiyor.
Bu ülkede İslam’ın değişik kolları 12 Eylül faşizmine karşı sesini çıkardı mı?
Hayır. Ne o zaman ne de şimdi seslerini çıkarmadılar, hatta onayladılar.
Bunun Arjantin’deki cunta ile işbirliği yapan Katolik Kilisesi’nin yaptığından ne farkı var?
Hiç farkı yok…
Diyanet İşleri zaten bir devlet kurumudur, tepki göstermesi beklenemezdi.
Diyanet dışındaki şeyhlerden ve moda deyimle kanaat önderlerinden tepki geldi mi?
Tersine destek geldi, Gülen cemaatinden olduğu gibi…
İslam’da ileri boyutlara varmış kendini kandırma olayı var.
Gerçeğin işine yarayan bölümünü almak ve geri kalanıyla da ilgilenmemek…
Çelişki görülmeyecek gibi değil, ama görmek istemeyince insan görmüyor…
İslam’ın barış dini olması gibi…
Sadece İslam’ın günümüzdeki iç kavgalarına bakmak bile tersinin doğru olduğunu anlamak için yeterlidir.
Alevilik barışçıdır gibi…
Kılıç (Zülfikar) sembolüyle barışçılık biraz garip oluyor ama neyse artık…
12 Eylül öncesinde devrimci hareket içinde çok sayıda Alevi vardı.
Doğru, peki sonra ne oldu bu insanlara?
Çoğu Aleviliği devrimcileştirmek adına kendileri Alevicileşti ve CHP’ye gittiler.
Devrimci hareketin dağılmasına da önemli katkıları oldu.
Kendilerini hala ilerici görürler, orası da ayrı bir konu…
Böylesine bir ortamda İslam’ın Suç Tarihi nasıl yazılır, ben de bilmiyorum.
Hıristiyanlığın Suç tarihi yazılırken Hıristiyanlık içinde bu boyutta kargaşa yoktu.
Bu ortamda İslam’ın Suç Tarihi’nin yazılabileceğini sanmıyorum, ama en azından bizdeki ve yakın dönemle sınırlı bir suç tarihi yazılabilir.
İşte 12 Eylül ve işbirliği…
Buna dikkat çekip üzerine çalışmaya başlasak bile şimdilik yeter…


14 Nisan 2013 Pazar

HIRİSTİYANLIĞIN SUÇ TARİHİ


Engin Erkiner

Karlheinz Deschner’in ilk cildi 1986’da yayımlanan Hıristiyanlığın Suç Tarihi (Kriminalgeschichte des Christentums) adlı yaklaşık 5000 sayfalık yapıtı geçtiğimiz günlerde yayımlanan 10. ciltle sona erdi. 

Hıristiyanlığın ilk döneminden başlayıp günümüze kadar gelen kitap, Hıristiyanlığın bütün mezheplerinin tarih boyunca işlediği suçları anlatıyor. 
Her kent ya da kasabada yüzlerce yıl boyunca ne olduğunu bilemezsiniz. İncelenen işlenen önemli suçlar, insanlığı yönelik suçlar olsa gerektir.
Kitapları okumadım. Sadece bazı ciltleri karıştırdım. Büyük bir konu, öyle kıyısından öğrenilecek bir konu değil.
Avrupa tarihinde önemli yer tutan 30 yıl savaşları, ki çok sayıda insanın ölümüne neden olmuştur, esasında Katoliklikle Protestanlık arasındaki savaştır.
Fransa’da St. Bartelmi katliamı bilinir. Katoliklerin Protestanları kitle halinde katlettiği gündür.
Hıristiyanlığın tarihinde daha bunun gibi neler var neler…
Hıristiyanlığın kara sayfalarından bir tanesi de bu dinin değişik kollarının diktatörlüklerle yaptığı işbirlikleridir.
Almanya’da Protestan Kilisesi Nazilerle işbirliği yaptı. Aynısını Katolik Kilisesi de yaptı ve Yahudi soykırımını en azından uygun buldu.
İtalya’da Mussolini faşizmi, İspanya ve Portekiz’de Franco ve Salazar faşizmleri Katolik Kilisesi’nin desteğini alarak yıllarca iktidarlarını sürdürebildiler.
1968 yılında Katolik Kilisesi’ne karşı Latin Amerika’da Özgürlük Teolojisi Hareketi ortaya çıktı. Hıristiyanlıkla sosyalist düşünceyi birleştiren bu hareket Katolik Kilisesi’nin katı baskısıyla karşılaştı. Camillo Torrez gibi gerilla savaşında hayatını kaybeden militanlar da çıkaran bu hareket yok olmadı ama fazla da gelişemedi.
Latin Amerika ülkelerindeki faşizmler (örneğin Arjantin) kilisenin desteğine sırtını dayayarak güç aldı.
Katolik Kilisesi Latin Amerika ülkelerindeki askeri rejimlerin suç dosyasına kaçınılmaz olarak ortaktır. Onlara destek olmuştur.
Deschner’in kitabı Rusça, İtalyanca, İspanyolca, yunanca ve Lehçe’ye çevrilmiş durumda…
5000 sayfadan fazla tutan bu on cilt ancak ömür boyu süren bir araştırma ile yazılabilirdi.
Katoliklik, Protestanlık ve Ortodoksluk kendi içinde değişik oranlarda reform yapmışsa, yapmak zorunda kalmışsa eğer, bu gelişme kendiliğinden olmadı. Dine karşı yürütülen mücadele sayesinde oldu.
Tanrı’ya karşı değil, onu temsil ettiğini iddia eden kurumlara karşı mücadele edeceksin.
Din boştur, din gericiliktir gibi söylemler özünde hiçbir şey söylememektir.
Bunun yerine dinin suç tarihini ortaya koymak gerekir.
Ve soru:
İslamiyetin suç tarihi neden yazılmadı?
Gelecek yazı da bu konuda olacak…


 

11 Nisan 2013 Perşembe

TANRILAŞAN İNSAN




Engin Erkiner
Buraya yazı yazmayalı çok oldu, biliyorum. Umarım bundan sonra bu kadar ara
 vermem…
 Önce birkaç ay önce okuduğum felsefe dergisindeki konudan söz edeyim:
 Dergi o sayısını Tanrı konusuna ayırmıştı ve kapakta şöyle soruyordu:
 “Tanrı iyi bir düşünce midir?”
 Bu soruya değişik yanıtlar veren birkaç filozofla söyleşi vardı.
 Tanrı iyi bir düşünce, burası açık…
 Çözemediğinizi O’na bağlıyorsunuz ve böylece geçici olarak da olsa çözmüş
 oluyorsunuz.
 Ama insanı durdurmak mümkün değil… O geçici olarak Tanrı’ya bağlananın da
sonu geliyor, çünkü soru açıklanabiliyor.
 Tanrı daha geriye çekilmek zorunda kalıyor.
 İnsanlık tarihinin başlangıcından beri sürekli geri çekilmek zorunda kalan
 Tanrı düşüncesinin gittikçe dar bir alana sıkıştığının en iyi bilincinde
 olan Katolik Kilisesi’dir denilebilir.
 1980’li yılları hazırlayacak olursak…
 Evrenbilim, Tanrı düşüncesinin zafere ulaşacağı ya da büyük yenilgi
 yaşayacağı bir alan…
 O yıllarda Büyük Patlama Kuramı vardı.
 Evren, son derece yoğun ve son derece küçük bir cismin patlaması ve
 parçalarının yayılmasıyla zaman içinde oluşmuştu.
 Katolik Kilisesi (herkes Müslümanlar gibi uyumuyor sonuçta) bu kuramın
 yaradılış düşüncesiyle uyum içinde olduğunu ilan etti.
 Biraz acayip bir ilandı bu…
 Tanrı, varsa eğer, evreni yaratmak için neden bu kadar karmaşık bir yola
başvurmuştu?
Bunun cevabı yoktu.
 Katolik Kilisesi’ne göre fiziksel dünya büyük patlamanın ardından fizik
 yasalarına göre gelişmişti. Tanrı bu gelişmeye karışmamıştı.
 İstersen aksini savun, yıllarca savundular ve sürekli kaybettiler. Bu
 nedenle artık savunmuyorlar.
 1987 ya da 1988 yılında Papa VI. Jean Paul Vatikan’da bilimsel bir kongre
topladı.
 Bu kongreye zamanın önemli evrenbilimcileri çağrıldılar. Aralarında Stephan
 Hawking de bulunuyordu.
 Kongrede Papa’nın bir ricası oldu:
 Evrenbilimcilerin büyük patlamadan önce ne olduğunu araştırmamalarını
 istedi.
 Evrenin halen geçerli olan teoriye göre büyük patlamayla oluştuğu biliniyor.
 Peki daha önce ne vardı sorusu ister istemez soruluyor ve araştırılıyor.
 Papa, teolojinin yeniden büyük yenilgi yaşamaması için daha öncesinin
 araştırılmamasını istedi.
 Tabii onun istemesiyle bir şey olmuyor, araştırmalara devam edildi.
 Hawking’in son kitabı, “Evrende Tanrı’ya yer yok” görüşünü savunur.
 Evrenin başlangıcından bugününe kadar olup bitenler fizik yasalarıyla
 açıklanabiliyor.
 Evrenin oluşumu öncesinde Tanrı olabilir, ki o alana giriliyor artık,
 evrenin varoluş tarihi Tanrı’nın varlığına ihtiyaç göstermiyor.
 Teori çok…
Paralel evrenler teorisi var…
 Var olan tek evren bizimkisi değil, başka evrenler de var.
 Bu teorinin pratikte henüz kanıtı bulunamadı. İlerde bulunabilir mi, bu da
 bilinmiyor.
 İnsanlığın elindeki araçlarla somut olarak araştırabileceği evren alanı
 sınırlı…
 Bu durum, evrende yalnız mıyız, başka canlı var mı? sorusunda özellikle
 ortaya çıkıyor.
 Önce canlı ne demek, bunu tanımlamak gerek…
 Tek hücreli amip de canlı ve bu tür canlının varlığı daha gelişmiş
 canlıların zorunlu olarak ortaya çıkacağı anlamına gelmiyor.
 Canlıdan anlaşılan insan kadar gelişmiş bir canlı ise…
 Bırakalım evreni ve daha dar bir alana, kendi galaksimiz Samanyolu’na
 bakalım…
 Yıllar önce dünyadan radyo sinyalleri gönderildi. Galakside bir yerlerde
 insan kadar gelişmiş canlı var ise, bu sinyali anlayabilir ve cevap
 verebilirdi.
 Sinyalin ışık hızıyla galaksinin sonuna kadar gitmesi 100 bin yıl, cevap
 verilirse onun bize ulaşması da bir o kadar sürecek…
 Daha hızlı bir haberleşme aracı bulunmuyor çünkü ışık hızı aşılamıyor.
 Çok daha geniş olan evreni dikkate alırsanız görece dar bir alanda sıkışmış
 durumdayız denilebilir. Başka canlılar gelip bizi bulmazsa bizim onları
 bulmamız imkansız gibi görünüyor.
 İnsan Tanrı’yı sildiğinde O’nun yerine kendisini koydu, ama onun işlevlerini
tam olarak yerine getiremedi. Belki de hiçbir zaman getiremeyecek…
 Böyle bile olsa bu süreç ilerleyecek…
 İnsan gittikçe daha fazla Tanrılaşacak…